Karanlık korkusu en eski korkularımızdan biri ve muhtemelen evrende varolduğumuz sürece de bizimle kalacak. Karanlıktan korkmak aslında bilinmeyenden korkmaktan başka bir şey değil ve gayet rasyonel; yüzbinlerce yıllık evrim sürecinde hayatta kalabilmemizi sağlamış. Fakat, bunu dengeleyen başka bir unsur daha var: merak. Bilinmeyen bizi korkuttuğu kadar çekiyor da. Öğrenme, keşfetme ve fethetme arzuları insanlığın gelişmesinde motor rolü oynamış. Topluca bilinmeyen korkup, pısırıkça yaşasaydık, muhtemelen varlığımız sona erecekti ya da hala taş çağında olacaktık.
Dolayısıyla, bilinmeyenle karşılaştığımızda iki güdümüz rekabet halinde: korku ve merak. Hangisinin üstün geldiğine göre eylemde bulunuyoruz. Kapalı kapının arkasına geçme dürtüsünün, yani yasak elmayı tatmak istemenin ya da nasıl betimlerseniz, önemli toplumsal sonuçları var. Meraklı bireylerin sayıca fazla olduğu toplumlar ilerliyor, gelişiyorlar. Korkunun egemen olduğu yerlerde ise sonuç hazin, ki bunu açmak isterim.
Burada kilit unsur korku-merak çatışmasının kitlesel mi yoksa bireysel mi olduğu. Kitlesel korku gelişmeye gem vururken, kitlesel merak toplu yokoluşumuza yol açabilir. Sözgelimi, Everest'in tepesinde bir mağarada saklandığı söylenen gizli bilgilere ulaşmak için topluca o dağa tırmanmamıza ve hep beraber riske girmemize gerek yok. Meraklı bir kişi yeter ve bulgularından topluca faydalanırız. Tam tersi, birey olarak Tanrı'nın lanetinden kaçınmak için eylemlerimizi sınırlamak sorun yaratmazken, cehennem korkusunun kitlesel olarak dayatılması yalnız meraklı insan sayısını azaltmakla kalmaz, onların eyleme geçmesini aşırı zor hale de getirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder